Emlak Yöneticim

El Kebir İsmi

El Kebir İsmi

 Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu, [941] pek büyük.[942]

'Ey azametinden dolayı akılların ulaşamadığı ulu zat."

Kebir, “kebere” kökünden gelmektedir ve büyük an­lamındadır. Genellikle, el-Alî ve el-Mütealî isimleriyle bitişik kullanılmıştır.

Sübhanu'l-Kebîr, medhedenlerin methinin üs­tünde yücedir. Allah'ın büyüklüğünü hislerin müşa­hede etmesi, aklın idrak etmesi mümkün değildir. Hiçbir şeyle onu anlamak mümkün değildir.

İbn-i Abbas (r.a.)'dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v.) her türlü acılardan ve humma gibi hastalıklardan kurtulmak için ashaba şöyle dua öğ­retmişti:

"Zat ve sıfatları anlaşılamayacak kadar ulu Al­lah'ın ismiyle, fışkıran kanın her türlü şerrinden ve cehennemin sıcağının şerrinden yüce Allah'a sığınırız."

El-Kebîr ismi, Kur'ân-ı azimde beş defa geçmek­tedir:

1. "O görüleni de görülmeyeni de bilir; çok bü­yüktür, yücedir." [943]

2. "Böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisi­dir. O'nun dışındaki taptıkları ise batılın ta ken­disidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyük­tür." [944]

3. "Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir; Ondan başka taptıkları ise hiç şüphesiz bâtıldır. Gerçek­ten Allah çok yüce, çok uludur." [945]

4. "Rabbiniz ne buyurdu? derler. Onlar da: Hak olanı buyurdu, derler. O, yücedir, büyüktür."[946]

5. "Artık hüküm, yücelerin  yücesi Allah'ın­dır." [947]

Rabb Sübhânehu ve Teâlâ yücelik, büyüklük, azamet ve ululuk sıfatlarıyla nitelenmiştir. O, herşeyden büyüktür, herşeyden yücedir ve herşeyden uludur.

Dostlarının kalbinde O'nun çok saygın ve yüce bir mevkii vardır. Onlar gönüllerini Allah'a saygı ve O'nu yüceltme duygusu ile doldurmuşlardır. O'na boyun eğmişler ve O'nun büyüklüğü karşısında hep tevazu göstermişlerdir. [948]

Bu ismin, Kur'an'daki bütün kullanımlarında yücelik bildiren "el-Aliyy" ve "el-Müteâl" isimlerine bitişik olarak geçtiği görülür:

"Bu, Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıkları şeylerin bâtıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedirbüyüktür." [949]

"O, görüleni de görülmeyini de bilir, çok büyüktür, yücedir." [950]

Göklerde ve yerde eşsiz tek büyük O'dur. Kâinatın büyük­lüğü, elbette ki Yaradan'ın büyüklüğüne delâlet eder. Bulut­suz berrak bir gecede, başını gökyüzüne kaldıran ve orada sayı­sız yıldızların ışıldadıklarını gören aklı başında, iz'ânı yerin­de bir insanın bu büyüklüğe hayran olmaması mümkün mü­dür? O parlayan yıldızların herbiri, bizim güneş gibi güneştir ve herbiri başlıbaşına bir âlemin merkezidir. [951]

 Göklerin Esrarını Çözmeye Çalışan İlimler:

 Bu ilimler diyor ki, güneş bir âlemdir. Göklerin derinlik­leri içinde böyle nice güneşler ve herbirinin etrafında nice yavrular ve torunlar vardır. Fakat bu güneşlerin sayısı, bugün kat'î olarak tesbît edilememiştir ve o kadar çalışmalara rağ­men tesbîtine de imkân yoktur; çünkü ihâtâ dâiresi genişle­dikçe, ufuklar nâmütenâhîliğe doğru açılıp gidiyor. Bugün bu ilimlerin elindeki netice şudur: Namütenahi feza içinde, namütenahi güneşler vardır.

Halbuki mahlûkat, namütenahi olamaz, mahlûkat hakkın­da kullandığımız namütenahi sözü, bizim bilgimize ve ihata­mıza göredir; yoksa Allah'ın ilminde sayısı, zaman ve mekân yönünden sınırlı apaçık bellidir. "Namütenahi feza içinde, namütenahi güneşler vardır." sözü, hakîki bir nâmütenahilik mefhûmunu değil, kâinatın bizim idrâk ve ihata çerçeve­mize sığmıyacak kadar büyüklüğünü ifâde içindir. Farzedelim, fikir kadar serî bir vâsıtamız olsun, bu nakil vâsıtası, bir hattı müstakim üstünde, bizi semânın ölçülmesi imkânsız olan derinlikleri içine sürüklesin, yâni saniyede bir milyon güneşin önünden geçirsin; bu şekilde, yâni saniyede bir mil­yon güneş tâdât etmek şartiyle, ömrümüz olsa da milyarlarca asır gitsek, yaratılmış âlemlerin yine pek azmi saymış oluruz ve daha milyarlarca asır mesafeler alsak ve sonra etrafımıza bir göz atsak, yine içinde güneşlerin kaynaştığı muazzam bir gökyüzü göreceğiz ki, bu güneşler aczimizle alay eder gibi, bize uzaklardan göz kırpmağa devam edip duracaklardır.

İşte akılları durduran, insan havsalasına sığmayan bu var­lık, O'nun tek bir iradesiyle meydana gelmiştir ve O, isterse tek bir irâde ile daha başka âlemler de yaratır, yine kudretinden bir zerre eksilmez. Bir zerreyi yaratmakla, bu ölçüsüz, sayısız âlemleri yaratmanın O'na göre asla bir farkı yoktur. Velhâsıl her şeyin varlığı veya yokluğu, Allahu teâlâ'nın bir irâdesine bağlıdır. Ol! deyince oluverir. Olma! derse bir anda her şey yokluğa dönüverir. Bu, ne kudrettir, ne büyüklüktür! [952]

 Bu İsm-i Şerif Hükmünce Kula Yaraşan Şey:

 Yalnız Allah'tan korkmak, yalnız Allah'ı sevmek, yalnız Allah'a kul olmaktır. Korku iki türlüdür; biri, haksız yere ev-bark söndüren zorbaların zulmünden korkmaktır. Bu korku, gönüllerde o zorbalara karşı nefret ve istikrah uyandırır. Öteki de en yüksek kuvvet ve kudret sahibi olduğu halde, suçlar bağışlıyan, hacetler bitiren, af ve ihsanı bol, keremkâr bîr zâtı sevmek neticesi olan korkudur. Bu korku gönüllerde, o zâta karşı derin bir saygı husule getirir. Allahu teâlâ'ya karşı olan korku işte budur. Buna daha ziyâde "haşyet" denir. Bu haşyeti duyan gönüller, Allah'ın emir ve fermanını her şeyin, her hatır ve nüfuzun üstünde tutarlar. Hatırını saydığımız veya nüfu­zundan korktuğumuz kimselere hoş görünmek gayreti, Al­lah'ın emir ve fermanının ihmâl veya inkâra sebep olmamalıdır. İnsanoğlu için en büyük musibet, Allah'ın gadabına uğra­maktır. En büyük kazanç da, kişinin kendini Allah'a sevdirmesidir. İnsanların sevgisini kazanmak veya onların gözünden düşmek, ehemmiyetli bir şey değildir. Çünkü Al­lahu teâlâ'nın ezelî takdirine karşı, bunların hiçbir te'sîri ola­maz. Bir kimse Allah yanında makbul ise, bütün insanlar ondan yüz çevirseler, ona hiçbir zarar gelmez. Bunun aksine olarak, Allah yanında makbul olmayan bir kimseye bü­tün insanların hürmet ve ta'zîmi ne fayda te'mîn eder?

Hâlık'ı unutup da, mahlûkun gözüne girmeye çalışanlar, efendisini bırakıp da, kendini kapı yoldaşlarına beğendirmeğe çalışan ahmak hizmetçilere benzer. Hem de çalışıp çabalıyarak kendini mahlûka sevdirenler, Hâlık'ın ezelî hükmünü değiştiremiyeceklerinden, beyhude yorulmuş olurlar. Velhâsıl nazarlar, ancak Allah'ın razı olacağı yere dikilmelidir. Gönül­ler yalnız O'nun rızâsı ile ferahlanmalı, ancak O'nun gazabı ile kederlenmelidir. Bir kimseden halkın yüz çevirmesi, o kimsenin Hâlık'a ilticasını mucip olduğundan, ondan keder­lenmek şöyle dursun, daha sevinmek lâzımdır. Şu muhakkak ki, halkın teveccühüne aldanmak bir nevî sarhoşluktur. [953]

 

[941] Mü’min: 40/12 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 214.

[942] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 110.

[943] Ra’d: 13/9

[944] Hac: 22/62

[945] Lokman: 31/30

[946] Sebe: 34/23

[947] Mü’min: 40/12 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 214-216.

[948] Sa'di, Teysîru'l-Kerimu'r-Rahman fi Tefsiri'l-Mennan, V/622.

[949] Hac: 22/62

[950] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 82-83.

[951] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 110.

[952] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 111-112.

[953] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 112-113.