İNSAN HAKLARI EVRENSEL MİDİR?
İnsan haklarının, herkesçe bilinen, en basit ve meşhur tanımı bile; bu öğretinin evrensellik iddiasını ortaya koymaktadır: İnsan hakları, insanların yalnızca insan oldukları için kazandıkları haklardır. Etnik, dini, sınıfsal, ekonomik vs. durumlara bakılmaksızın bütün insanlar sadece insan olmakla bu hakkın sahibi olurlar. Öyleyse bütün insanlar, dünyanın hatta “evren”in neresinde olursa olsun bu haklara, kendiliğinden, başka şarta gerek kalmadan sahip olacak ve bu haklara saygı gösterilmesini devletten, kurumlardan ve bireylerden talep edebilecektir. Dolayısıyla insan hakları, tanımı gereği, evrenseldir. Öte yandan, insan haklarını temellendiren görüşler incelendiğinde, bu görüşlerin ironik bir biçimde- tüm insanların temsil edildiği kültürlerin ortak ürünü olmadığı, aksine, insan haklarının ortaya çıkışında belirli bir kültürün oldukça baskın olduğu da görülmektedir. Yani insan haklarının “evrenselliği” iddiasını ortaya koyan temellendirmeler, bu iddiaya tezat oluşturacak şekilde, büyük ölçüde “yerel”dir; “Batı Avrupa kültürü”nün etkisi altında gelişmiştir. Dolayısıyla bu yazı, bu çelişkiden kaynaklanan problem üzerine odaklanmaktadır:
Belirli bir kültürün etkisinde ortaya çıkan bir düşünce, evrensel olabilir mi? İnsan haklarına eleştirel bir gözle yaklaşan kültürel görecelilik anlayışına göre bu mümkün değildir. Biz bu yazıda, önce yukarıda bahsedilen çelişkiyi ortaya koymaya çalışacak, sonra da kültürel görecelilik anlayışının bu çelişkiye nasıl bir yaklaşımla tepki verdiği üzerinde duracak, son olarak da evrensellik ve göreceliliğin uzlaştırılması için bir ölçü koymanın mümkün olup olmadığına ilişkin fikir yürüteceğiz.
Problem: İnsan Haklarının “Evrenselliği” İddiasının Çelişkisi İnsan hakları düşüncesi Avrupa’da Aydınlanma döneminin bir sonucu olarak on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda ortaya çıkmış ve Batı toplumlarının tarihinin belirleyici dinamiklerinden biri olmuştur. Her ne kadar doğal haklar ya da insana bazı haklar veren düşüncelere daha önce (ya da başka kültürlerde) rastlanabilirse de, bugün anladığımız manada insan hakları öğretisinin ortaya çıkması modern bir olaydır ve bir bütün olarak Aydınlanma çağının ürünüdür.
İnsan haklarının temellendirilmesinde doğal hukuk ve doğal haktır. “Yapay hukuk” ise farklı yerlerde farklı şekillerde gelişen, farklılık gösteren, dolayısıyla göreceli olana işaret eder. Dolayısıyla bu “doğa”nın bir parçası olan insanlar, doğada mevcut olan bu kurallardan doğan bazı haklara sahiptirler. Bu haklar insan yapısı değildir. Yani bir kişi ya da devlet tarafından verilmemiştir.
İnsan haklarının temellendirilmesinde başvurulan bir başka argüman da “insan doğası” argümanıdır. İnsan doğası argümanı insanların ortak bir doğası yani ortak bir özü olduğu anlayışından hareket eder. Dolayısıyla insanların ihtiyaçları da ortaktır ve bu ihtiyaçların karşılanması için bazı haklar mevcuttur. Ancak bu ihtiyaçların niteliği konusunda tartışma vardır. Maddi ihtiyaçlar mı yoksa manevi ihtiyaçlar mı dikkate alınacaktır? İnsan doğasından neşet eden insan haklarının, daha çok insanın manevi ihtiyaçlarını karşıladığı ifade edilmektedir:
İnsan onurlu bir yaşama ihtiyaç duyar. Yani insan haklarının kaynağı insanın ahlaki doğasıdır. İnsan doğasının en önemli özelliği, akıl ve vicdandır. Dolayısıyla insan yaptığı seçimlerde özgürdür, veya özgür olma kapasitesine sahiptir. Yani insanın iyi ile kötüyü ayırt edebilen, bu yönüyle nedensellik zincirinin dışına çıkabilen bir varlık olduğu kabul edilir. Şu halde insan onurlu bir hayat sürebilmek için başkaları tarafından engellenmeden özgürce yaşayabilmelidir. Bu, insanı devlete ve başkalarına karşı ileri sürülebilecek bazı hakların sahibi yapar.