Kadın Cinayetleri
Kadın Cinayetleri: Toplumun Kararmış Yüzü
Kadın cinayetleri, sadece birer istatistiksel veri değil, her biri derin bir acıyı, yıkımı ve adaletsizliği simgeliyor. Her bir kadın cinayeti, bir ailenin, bir toplumun, bir kültürün yok sayılmasıdır. Türkiye’nin, dünyanın dört bir köşesindeki her kadın cinayeti, toplumsal bir yara, bir ahlaki çöküşün ve devasa bir sistemsel eksikliğin göstergesidir. Kadınlar, ne yazık ki kendi hayatlarının mutlak sahipleri değil; onların yaşamı, toplumun cinsiyetçi zihniyetine ve çoğu zaman bu zihniyetin meşrulaştırdığı erkek egemenliğine feda ediliyor. Ve bu her geçen gün, daha da derinleşen bir suç haline geliyor.
Kadın Cinayetleri: Sosyal Bir Sapma, Kültürel Bir Çürüme
Kadın cinayetleri, yalnızca bireysel öfke patlamaları veya psikolojik bozuklukların bir sonucu olarak görülmemelidir. Bu cinayetler, daha büyük bir sorunun, daha derin bir toplumsal çürümenin göstergesidir. Toplum, yıllarca kadınları yalnızca evin, ailenin bir uzantısı, bir "özne" değil, "nesne" olarak görerek onları yok saymış, "erkek egemen" sistemin içinde onları sessizleştirmiştir. Kadınların en temel hakları olan "yaşama hakkı" bile çoğu zaman erkeğin çıkarları için hiçe sayılmaktadır. Her kadının, her bireyin, her insanın yaşamını savunmak zorundayız. Çünkü kadın cinayetleri, sadece öldürmekle kalmaz, kadınların varlıklarını görmeyi reddetmektir.
Toplumun, kadınların haklarını savunma adına atması gereken adımlar her geçen gün ertelenmekte, kadınların sesleri daha da kısılmaktadır. İş yerlerinde, sokaklarda, evlerinde, kısacası her alanda, kadının varlığı hala şüpheyle bakılan, yalnızca belli bir sınıfın "sahipliği" altında olan bir şey gibi algılanmaktadır. Kadın cinayetleri, işte bu algının, bu kültürün bir yansımasıdır.
Sözde "Aşk"ın Arkasında Gizlenen Şiddet
Kadın cinayetlerinin ardında sıklıkla "aşk" veya "sevgi" gibi kavramlar gölgelendirilmektedir. "Neden öldürdün?" sorusuna verilen cevapların çoğu, "O benimdi", "Beni terk etti" veya "Bana hakaret etti" gibi cümleler olur. Oysa bu, hiçbir şekilde sevgiyle ilişkilendirilemeyecek bir şiddetin, kontrolün ve manipülasyonun ifadesidir. Aşk, şiddetle birleşemez, sevmek, öldürmekle bir arada olamaz. Bu tür açıklamalar, kadın cinayetlerini adeta mazur gösteren bir yaklaşımı beslemektedir. Toplumda kadına şiddeti meşrulaştıran bir anlayış, cinayetlerin artmasına zemin hazırlamaktadır.
Kadın cinayetlerinin sadece fiziksel şiddetle sonuçlanmadığı, zihinsel ve duygusal baskıların da bir arada işlediği unutulmamalıdır. "Aşk" adı altında kadına uygulanan her tür manipülasyon, onu zayıflatır, köleleştirir. Ve sonunda, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini besleyen bu ilişkiler, öldürme noktasına kadar varabilir. Kadınların hayatı, bu "sevgi" masalıyla karartılmaktadır.
Toplumun Vicdanı: Neden Sessiziz?
Her gün, her saat, her dakika kadına uygulanan şiddet gözlerimizin önündedir. Ancak toplumun vicdanı, bu acılara genellikle duyarsız kalır. Kadın cinayetleri ve şiddet, büyük ölçüde sistemsel bir sorun olmasına rağmen, çoğu zaman sadece bireysel bir mesele olarak görülür. "O öldü çünkü hayatında yanlış birini seçti", "O öldü çünkü çok sessizdi, çok itaatkardı" gibi ifadeler, adeta cinayetleri meşrulaştıran zihniyetin sonucudur. Oysaki bu, yalnızca bir kadının hayatı değil, tüm toplumun insanlık ve adalet değerlerinin sorgulanması gereken bir durumdur.
Toplumun sessizliği, katillerin cesaretini artırır. Her cinayet, bir diğerinin işlenmesini kolaylaştırır. Kadın cinayetleri, bir domino etkisi gibi yayılır; her sesin kesilmesi, her gözün kapanması, her yargının savrulması, katilleri daha cesur hale getirir. Kadın cinayetleri karşısında toplumsal duyarsızlık, suçlulara değil, topluma hizmet etmektedir. Toplumlar, bir kadının ölmesini sorgulamadan, onları savunmaya geçmedikçe, bu korkunç döngü devam edecektir.
Devletin ve Hukukun Sorumluluğu
Kadın cinayetlerinin artışında en büyük sorumluluk, devletin ve hukukun yetersizliğindedir. Mevcut yasalar, kadınları korumakta yeterli değil ve uygulamalar daha da zayıf. Kadınların korunmasına yönelik yasalar var gibi görünse de, bu yasaların etkin bir şekilde uygulanmadığı, boşluklardan, eksikliklerden ve "görmezden gelmelerden" dolayı cinayetlerin önü alınamıyor. Çoğu kadın, şiddet gördüğünde ya da tehdit edildiğinde, devletin ve hukuk sisteminin gerçekten kendisini koruyacak bir güç olmadığı düşüncesine kapılmaktadır. Bu güvensizlik, kadınları daha da savunmasız hale getirir.
Kadınların öldürülmesinin ardından gelen "soruşturma" ve "ceza" süreçlerinde de adaletin sağlanmadığı pek çok örnek vardır. Cinayetlerin çoğunda, katil erkeğin, "kendi hakimiyetini" kurmaya çalıştığı ve genellikle cezasızlıkla ödüllendirildiği görülür. Oysa bu, sadece kadının öldürülmesi değil, tüm insan haklarının hiçe sayılması demektir. Toplum, kadına karşı işlenen bu suçları sadece bir "cinayet" olarak görmemeli, aynı zamanda bir insanlık suçu olarak kabul etmelidir.
Kadın Cinayetleri: Bir Yıkımın Simgesi
Kadın cinayetleri, yalnızca kadınların yaşamını sonlandırmakla kalmaz, aynı zamanda toplumun tüm moral değerlerinin ve etik anlayışlarının da yıkılmasına yol açar. Kadınların her gün öldürülmesi, bir halkın özgürlüğünü, huzurunu ve geleceğini yok eden, insanlığın vicdanını paramparça eden bir yıkım sürecidir. Bir kadının öldürülmesi, bir ailenin, bir toplumun, bir kültürün yerle bir edilmesidir. Ve eğer bu cinayetler durmazsa, toplumlar da bu ölümlerle birlikte çürümeye, yok olmaya mahkum olacaktır.
Kadın cinayetlerine karşı verilen savaş, bir insanlık savaşına dönüşmelidir. Her kadının hak ettiği yaşam hakkı, sadece bir kadın meselesi değil, tüm toplumun meselesidir. Kadın cinayetleri son bulmadıkça, toplumsal adalet ve huzur da hiçbir zaman sağlanamayacaktır. Kadınları savunmak, bu topraklarda her bir bireyi savunmak demektir. Bizler, gözlerimizi her bir kadına, her bir yaşam hakkına dikmeli, bu cinayetlerin hesabını sormalı ve bu acıların son bulması için elimizden geleni yapmalıyız.