Kültürel Mirasın Korunması
Bir şehre ilk kez adım attığınızda sizi karşılayan şey genellikle binalardır. O sokaklardaki taş yapılar, ahşap kapılar, kubbeler ve camiler aslında o toplumun hafızasıdır. Kültürel miras dediğimiz şey sadece müzelerde sergilenen antik eserlerden ibaret değildir; yaşanmışlığın izlerini taşıyan mahalleler, geleneksel el sanatları, ağıtlar, türküler, hatta bir çarşının kalabalığında duyulan sesler bile bu mirasın birer parçasıdır.
Ancak günümüzde bu değerlere gereken önemin verilmediğini üzülerek görüyoruz. Birçok tarihi yapı, ya restorasyon adı altında tahrip ediliyor ya da tamamen yıkılıp yerine betonarme, kimliksiz yapılar inşa ediliyor. Oysa her taşın, her dokunun bir hikâyesi var. Bir medrese sadece taş duvarlardan oluşmaz; orada eğitim gören öğrencilerin sesi, dualar, tartışmalar hâlâ yankılanır sanki. Bir han, sadece ticaretin değil; insanların buluşmasının, sohbet etmesinin mekânıdır.
Benim çocukluğum, İstanbul’un Fatih semtinde geçti. Oradaki Arnavut kaldırımlı sokaklarda yürümek, eski çeşmelerden su içmek, dedemle tarihi camileri gezmek hâlâ hafızamda taze. Şimdi o sokaklara her gidişimde içim burkuluyor. Birçok yer ya yıkılmış ya da orijinalliğini kaybetmiş. Bu sadece mekânsal bir kayıp değil; aslında hafızamızdan, kimliğimizden silinen bir şey.
Kültürel miras sadece geçmişi hatırlamak için değil, geleceğe ne aktaracağımızı belirlemek için de önemlidir. Bu yüzden koruma çabaları samimi, bilinçli ve toplum temelli olmalıdır. İnsanlara bu mirasın değeri anlatılmalı, çocuklara erken yaşta bu bilinç kazandırılmalıdır.
Unutmamak gerekir ki, geçmişle bağı olmayan toplumlar köksüz kalır. Kültürel miras, bir toplumun ruhudur; kaybedersek, yalnızca yapıları değil, kendimizi de kaybederiz.